Kuşku yok ki Türkiye’de balık ve balıkçılığın geçmişi denince akla ilk gelen isim, Karekin Deveciyan-’dır. 1915’te İstanbul’da yayımladığı ‘Balık ve Balıkçılık’ adlı kitabıyla, alanında bir ilki gerçekleştirdi. Karekin Deveciyan bu kitap için tam 20 yıl araştırmış ve çalışmış: “Türkiye’nin gezmediğim bir yeri kalmadı. Birçok balıkçılar ile ahbaplık ettim” diyen Deveciyan, orkinos balıklarının göçleri üzerine uluslararası çalışmalara da katılmış. Bir söyleşisinde şöyle diyor: “Ton balıklarının muhaceretleri hakkında, hattâ milâttan evvel bile yazılmış olan yazılara rastlanır. Ancak bu kayıtların sıhhati hakkında bir ipucu bulunamamıştır. Diğer taraftan İtalya, Fransa ve İspanya sularında avlanan ton balıklarının karınlarında ve diğer uzuvlarında takılı olan bazı olta iğneleri, zoka, iskandil gibi aletler bulunduğu zaman, mahallî balıkçılar tarafından saklanması âdet olmuştur. Bazı bilim insanları bunların hangi memleket balıkçıları tarafından kullanıldığını tespit etmeye çalışıyorlardı. Ben de bu aletler hakkında bir yazı neşrettim. Bunun üzerine bu aletlerden birçoğunu, tetkik etmek üzere, bana bir sandık içinde gönderdiler. İnceden inceye tetkik ettikten sonra, bazılarının bizim balıkçılar tarafından imal edilmiş olduğunu tespit ettim.” ‘Boğaz’ın Beş Efendisi’ adlı kitabında Artun Ünsal, Karekin Deveciyan’ın kitabındaki tablolardan yararlanarak (1909’dan 1923’e kadar olanlar) İstanbul Balıkhanesi’ne bir yıl içinde -denizden çıkarılıp- getirilen balıkları şöyle sıralıyor: “Kılıçbalığı, orkinos, torik, palamut, uskumru, çiroz, kolyoz, lüfer, sardalye, hamsi, çaça [ufak hamsi değil, ayrı bir balık türü], kefal, levrek, gelincik, kaya, mersin, istavrit, izmarit, istrongiloz, kırlangıç, mazak, öksüz, barbunya, tekir, gümüşbalığı, hani, iskorpit, lipsoz, mercan, sinağrit, karagöz, eşkina, minakop, kalkan, bıyıklı, pisi, berlam, mezgit, kupes, tırpanagiller ve köpekbalıkları, zargana, dülger, supya, ahtapot, kalamar ve az miktarda gelen ‘diğer balıklar’.” Balık çeşitlerini okurken sıkıldınız mı, sinirlendiniz mi? Evet bu sayılanlar o dönemde denizden çıkarılıp İstanbul Balık Hali’ne getirilen balık çeşitleri…
Gelelim günümüze… ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Cemal Gücü şöyle diyor: “Çok fazla sayıda balıkçı teknesi olan Türkiye, yüksek avlanma kapasitesine sahip ve bu da balık stokları üzerinde baskı yaratıyor. Alınan önlemlere rağmen birçok türün popülasyonunda gerileme devam ediyor. Dip balıkları çok daha hassas konumda. Bulundukları bölgede kalıcı olan ve sürü balıklarına göre daha uzun süreli üreme dönemlerine sahip dip balıkları kendilerini çok kolay toparlayamıyor. Bu balıklar üzerindeki balıkçılık baskısı daha net görülebiliyor. Hamsi, doğduğu yıl yumurta bırakabilirken kalkan üç-dört yaşına kadar yumurta bırakamıyor. Pek çok balık türünde tehlike çanlarının çalmaya başladığı sınırdayız. Aşırı avcılık nedeniyle balıklar, geleceklerini garanti edecek kadar yumurta bırakamıyor. Popülasyonu hızla gerileyen balıklar içinde kalkanın durumu çok daha trajik. Kalkan artık avlanmasının yasaklanması ve koruma altına alınması gereken bir tür haline geldi.”
Mehmet Yaşin yazısında şöyle diyor: “Balık yasağı kalkarken ağlara ilk takılan balık Çingene palamutu olur. Hatta yasak kalkmadan önce de Boğaz’a olta sallayanların şanslıları bu öncü balığı yakalayabilirler. 22 ile 28 santim uzunluğundaki bu balık, uskumrudan biraz daha hallicedir. Niye Çingene sıfatı yakıştırıldığına dair sağlam bir kaynak bulamadım.
Belki de onlar gibi sık sık göç etmeleri yüzünden bu isim verilmiş olabilir.
Nitekim Çingene palamutu, ağustos ortasından itibaren Boğaz’a giriş yapar. Eğer oltalara, ağlara takılmazsa Meksika Körfezi’ne kadar gider.”
Kasımda görüşmek dileği ile iyi sezonlar…
Ferit Özkaşıkçı